21 Temmuz 2014 Pazartesi


Almanya’daki son durağımız Köln idi. Heidelberg - Köln arası yaklaşık 3,5 saat sürüyor. Biz öncelikle Bonn’a gidip orada bir gece kalmış, ertesi sabah da Köln’e geçmiştik. Köln - Bonn arası sadece 25 dakika sürüyor trenle.

Köln Almanya’nın dördüncü en büyük şehri. Tur otobüsünde dinlediğimize göre şehirdeki en kalabalık yabancı nüfus Türkler. Şehrin simgesi ve her yerde bulabileceğiniz ürün ise “kolonya”. Fransızca Eau de Cologne ve Türkçe’ye kolonya olarak aldığımız bu ünlü limon kokusu, günümüzde pek çok formda karşımıza çıkabiliyor. Banyo sabunundan tutun, el kremine kadar pek çok ürün vardı. Eau de Cologne’da bizim anladığımız kolonyadan çok parfüm olarak kullanılıyor. Hemen her dükkanda bulmak mümkün ancak numunelik boydaki şişelerin fiyatı el yakıyor. Ufacık şişeler (50ml’den daha küçüklerdi) 25-30 euroya satılıyor. En eski ve en bilinen marka ise “4711”. İsmini dükkanın kapı numarasından alan bu markanın ana dükkanı pazar günleri kapalı. Ancak merkezde, katedral meydanında da bir kaç küçük butik gördüm aynı isimle.

Köln’e varıp tren istasyonundan çıktığınızda sizi Kölner Dom yani katedral karşılayacak. Gerçekten de yüksek olan bu katedral oldukça heybetliydi. Katedralin karşı köşesinde ise turist bürosunu bulabilirsiniz.



Şansımıza Köln’e vardığımızda hava oldukça kapalı, rüzgarlı ve yağmurluydu. Hiçbir şey yapmamaktansa bari otobüse binelim diyerek turist bürosunun yolunu tuttuk. Yaklaşık olarak 10-12 euro’ya birer tur otobüsü bileti alıp yarım saat sonra kalkacak olan otobüsümüzü katedralde beklemeye başladık. 


Hemen katedralin olduğu meydana kurulan, fakat sağanak yağış ve rüzgardan nasibini alan konser sahnesi. Neyin kutlamasıydı anlayamadık.
Katedral her ne kadar heybetli de olsa bize içi biraz dar gibi geldi.

15-20 dakika içeride oyalandıktan sonra hemen katedralin tren istasyonu tarafından kalkacak olan otobüsümüze geçtik. Böylelikle hayatımızda ilk defa bu tarz bir otobüse de binmiş olduk. İkinci katta yerimizi aldık, ancak elbette ki kötü hava koşulları sağ olsun otobüsün üstü kapalıydı.

Otobüste bulunan rehber hem Almanca, hem de İngilizce anlatım yapıyor. Ayrıca verilen kulak sayesinde Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve Çince gibi dillere ulaşabiliyorsunuz. Açıkçası Türkçe seçeneği olmaması beni biraz şaşırttı. Özellikle Köln gibi Türk nüfusun fazla olduğu bir yerde Türkçe’yi de eklemelilerdi. Zaten (en azından Fransızca için konuşmak gerekirse) kulaklıkla ulaşılabilen dillerin çeviri de pek matah değildi, en azından aksan kısmı. Demek ki kaliteye çok önem vermiyorlar, birine ucuza Türkçe kayıt da yaptırabilirlerdi.

Bu dondurma külahının neden özellikle bu binanın üzerinde olduğunu bilmiyorum.

Şehirde Romanlılardan kalma pek çok yapı ve kilise var. Sanıyorum 12-13 kadar kilise hala kullanılmakta. Kolonyasıyla olduğu kadar kiliseleri de meşhur aslında Köln'ün. Tur rehberine göre Avrupa'nın en çok kilise bulunan ikinci şehri burasıymış. İlkinin Roma olması lazım.

Otobüs turu yaklaşık olarak 1 saat 15 dakika sürdü. Köln küçük bir şehir sayılmaz, ancak otobüsün sadece merkezi yerlerde tur attığı düşünülürse, sanırım her sokaktan geçtik. Hatta bir ara yön duygumuzu bile kaybettik, aynı meydanın 4 farklı yerinden geçince insan ‘ben neredeyim yahu’ hissine kapılabiliyor rahatlıkla.

Modern binalar
Çikolata Müzesi


Otobüsten indikten sonra ilk işimiz gidip karnımızı doyurmak oldu. Eminim şehirde çok güzel yerler vardır, ama hava sağ olsun hemen yakında bir yere girelim dedik ve otobüs durağının karşısında bulunan Gaffel Am Dom Brauhaus’a girdik. Böylelikle Gaffel Kölsch denen Köln tipi biralardan birini deneme imkanımız da oldu. Köln biralarının sunumundaki en ilginç nokta ise bira bardağının şekli. Normalde Almanların hep koca koca bardaklarda bira içtiğini sanırız, oysa Köln’de tam tersi bir durum mevcut. Bildiğiniz rakı bardağı formundaki bardaklarda içiliyor bu biralar. Hatta girdiğimiz lokantada bizdeki askı tipi çay tepsilerinde servis ediyorlar biraları.


Karnımızı doyurduktan sonra bir süre şehirde dolaştık. Ancak pazar günü olduğundan tüm dükkanlar kapalıydı. Bu arada size tavsiyem, eğer suya vs. gereksiniminiz varsa gidip tren istasyonunda bulunan marketlerden birini kullanmanız, çünkü merkezde gördüğümüz süpermarketler suyu normalin 3 katı fiyata satıyordu.

Sonunda etrafta yapacak bir şey bulamadığımızdan çikolata müzesine gitmeye karar verdik. İyi de yapmışız, biz içeri girer girmez tekrar yağmur bastırdı. 


Çikolata müzesi çok ilginç bir müze olmamakla beraber çok vasat da gelmedi bize. Hatta içeriyle ortak ölçekli bir çikolata fabrikası bile kurmuşlar. Çikolatanın üretimden paketlenmeye karar hangi aşamalardan geçtiğini kabaca görebiliyorsunuz. 

Kahve
Vanilya bitkisi







Ayrıca çikolata tarihi üzerine de bir kaç kat bulunuyor. Yalnız genel olarak müze çikolata müzesinden çok Lindt müzesi gibiydi. Lindt İsviçre markası olduğundan ve Almanların kendi çikolata markaları (Ritter Sport) olmasına rağmen müzeye koymamaları bize biraz ilginç geldi. 

Şirin çikolata kutuları

Kinder'in evrimi
Bu da Paskalya zamanı için sanırım. Çikolata yumurtlayan tavuk.
Bu kutular için 1950-1970 demişler ama ben küçükken çok vardı bunlardan. Hatta şimdi de vardır pastanelerde falan.
Lindt'in meşhur tavşanı. Kağıdı açılınca böyle bir şey oluyormuş.
Müzeden çıktıktan sonra tekrar yürüyerek merkeze döndük. Bir süre katedralin arka kısmında kalan yeşillik alanda, nehir kıyısında oturduk. Sonrasında da Heidelberg’e geri dönmek üzere trenimize bindik.

Bir diğer Kölsch.
Binaların arasında güzelliklere rastlamak da mümkün.
Son olarak ufak bir not. Eğer gezmek isterseniz şehir de girişin bedava olduğu bir de botanik parkı varmış. Biz otobüsle önünden geçtik şehir turu sırasında, güzel gözüküyordu; ancak yağmur yağdığı için geri dönmedik gezmek için. 

0 yorum:

Yorum Gönder