26 Haziran 2012 Salı



Neredeyse 2,5 yıl olmuş Paris Güncesini yazalı. İnanamadım birden. Ne kadar hızlı geçiyor zaman ve ben yine Paris'deydim.(Paris Güncesi'ne ulaşmak için tıklayınız...)

Biraz sürpriz oldu bu seferki gezi. Öyle plan-program yapmadım, yapamadım. Zaten gezip görmek için de hiç görmediğim bir yere gitmeyi tercih ederdim, ama arada gelen fırsatları değerlendirmek lazım, herşeye rağmen güzel geçti. İlk gezimde göremediğim, yapamadığım şeyleri kapatmaya çalıştım, biraz da ayrıntıya indim Paris'de.

Mesela ne yaptım? Gittim Notre Dame'ın tepesine çıktım, bahçelerde daha çok vakit geçirdim, Napoleon'un mezarını ziyaret ettim, kuşları fotoğrafladım. Belki aynı yerleri aynı açılardan çektim, ama bu sefer fotoğrafları yeşille renklendirdim. Biraz daha sempatik gözüktü Paris gözüme, her köşe başında beni Paris yerlisi sanıp yol yordam soran turistler sayesinde daha fazla kendimi aşina hissettim şehre. Ama yine de koysalar beni
bu şehre yaşayamam yani.

Paris de ulaşım oldukça pahalı. Bunu daha evvel de belirtmiştim. Mümkünse önceden internet üzerinden günlük kartlar ve kart fiyatları hakkında bilgi edinin. Mesela on gün kalacaksanız bile sizin için aylık kart almak daha avantajlı olabilir. Ben yaklaşık olarak 4,5 gün kaldım. O yüzden 5günlük sınırsız kart aldım. Yaklaşık olarak 30 euro ödedim. Tabii hangi bölgeleri ziyaret edeceğinize göre kart/fiyat kombinasyonları da değişim gösterebilir.

Her ne kadar elimde sınırsız ulaşım kartım olsa da, daha önceden bir daha hiç gelmeyecekmişcesine Paris'i hatmettiğim için bu sefer yürüyerek gezmeye karar verdim biraz. Yine de harita üzerinde gördüğünüz mesafeler tahmininizden çok daha uzun sürebilir. Dikkat edin.

İlk durağım Luxembourg Bahçeleri idi. En son bıraktığıma göre inanılmaz yeşil buldum tabii ki. Böylece blok gibi kesilmiş ağaçları da daha net görmüş oldum. 




Elbette favorim olan Médicis Çeşmesi'ni de fotoğraflamayı unutmadım.
 
Ve çeşmenin yanındaki kuşları da arşivime kattım :)


 
Luxembourg Bahçeleri'nden çıkıp Notre Dame Katedrali'ne doğru yürürken daha önceden dikkat etmediğim ayrıntıları da fotoğraflama imkanım oldu. Mesela Saint Sulpice kilisesine rastladım, kapalı gördüğüm için ziyaret etmedim, ama anladığım kadarıyla ziyarete de açık.

 
Pek çok binanın üzerinde çeşitli işçilikler olduğunu gördüm veya sağlı sollu konuşlanmış, güzel döşenmiş kafelere biraz daha dikkatli baktım.


 
Saint Michel Çeşmesi'ni hep uzaktan görüntüledim şimdiye kadar. Bu sefer bir de yanına gidip çektim.



 
Yazın, Noel tatiline nazaran daha çok turist olduğuna karar verdim. Hem kuyruklar daha yoğundu, hem de etraf daha bi' kalabalıktı. Büyük ihtimalle dil eğitimi için Fransa'da bulunan pek çok öğrenci grubu da oldukça yer kaplıyordu. 
 
Seine Nehri'nin üzerinden geçerken Bateau Moucheları da çekmemezlik etmedim.
 
Ve sonunda Notre Dame'a vardım. Tabii beni bekleyen upuzun bir kuyruk olduğunu bilmiyordum.

 
Böylece 1,5 saat kadar kuyrukta bekledim. Ben beklerken hava da değişti. Önce güneş biraz kapadı, sonra rüzgar çıktı, sonra yağmur başladı... En son ben de "acaba çıkmasam mı tepesine, yağmur yiyeceksem ne anlamı var" diye düşünmeye başladım. Ama kuyruk bana kadar gelmişti ve bütün sabahı kuyrukta geçirmiştim, böylece yavaş yavaş yukarı çıkmaya başladım.

Çık çık çık... Önce bilet kuyruğunda mola verdik. 26 yaş altı olmama rağmen Avrupa Birliği'ne mensup bir ülkede oturmadığım gerekçesiyle para ödemek durumuna kaldım (normalde 26 yaş altına müzeler bedava). Paşa paşa 5,5 euromu ödedim ve tekrar merdivenleri çıkmaya başladık. Anlayacağınız üzere Notre Dame'ın tepesine çıkmak için herhangi bir asansör sistemi yok. O yüzden 400 basamak çıkmakla probleminiz olacağını düşünüyorsanız içeri girmeden önce dikkat edin.

Tepeye vardığımızda yağmur dinmişti. Güneş yoktu, kapalı bir Paris sabahıydı ama fotoğraf çekmeye engel değildi. Böylece aşağı uçmayalım diye üzeri kafesle kapatılan, belki de normalde yol bile olmayan balkonlardan geçerek heykelleri ve Paris'i fotoğraflamaya başladım. 




 
 Biz ise aşağıdan böyle görünüyor olmalıydık :
 
Yine Notre Dame'ın bulunduğu île de la Cité'de daha önceden fark etmediğim pek çok ayrıntı çarptı gözüme. Örneğin artık yer altında kalmış olan arkeolojik kalıntıların sergilendiği bir bölüme bir kaç basamakla inmek mümkün. Nitekim ben de indim, ancak gezemedim, çünkü havalandırma sisteminde bir sorun olsa gerek, nefes almaya imkan yoktu içeride. Biraz da klostrofobim tuttuğundan, kendimi dışarı attım. 
 
İkinci nokta ise adanın diğer tarafında, hastanenin arkasında kalan çiçekçiler kısmıydı. Herhalde Paris'de oturuyor olsam en çok ziyaret edeceğim noktalardan biri olurdu burası. Çok güzel ve ucuza çiçekler vardı, ayrıca çeşitli hediyelikler de bulmak mümkün. Bunlara ek olarak iki tane de çeşme vardı. Üzerinde 'içilebilir' ya da 'içilmez' yazmıyordu, ama ben şansımı denedim ve boş su şişemi doldurup rahat rahat içtim. Zehirlenmedim. 


Su ihtiyacımı giderdikten sonra yavaş yavaş Louvre'un olduğu kısma doğru yürümeye başladım. 3 euro'ya aldığım sandviçimi yemek için sakin bir yer arıyordum. Neyse ki hemen Louvre Meydanı'nın yanında bulunan Jardin des Tuileries yazın oturup soluklanmak ve birşeyler atıştırmak için en ideal mekanlardan biriydi. 


 
Yemeğimi yedikten sonra tuvalet arayışına başladım. Böylelikle Louvre'un altında bulunan alışveriş merkezini (Carrousel de Louvre) de keşfetmiş oldum. İçeride müze havası da hakimdi. Etrafta taş duvarlar ve elbette Louvre'un meşhur piramidinin alt kısmı vardı. Ayrıca pek çok restoran ve dükkan da oldukça kalabalıktı.

En başta tuvalet olduğunu anlayamadığım tuvaleti bulmam biraz uzun sürdü. Tuvaleti kullanmak için para ödemeyi bekliyordum, ama hizmette sınır tanımayan bir tuvalet beklemiyordum. Tuvaletin girişi (bekleme kısmı) bir mağaza şeklinde düzenlenmişti. Çeşit çeşit tuvalet kağıtları (mesela Paris desenli tuvalet kağıtları), klozet kapakları, sabunluklar vs. aklınıza gelebilecek tuvalet ile ilgili pek çok şey, biraz da uçuk fiyatlara, satış halindeydi. Siz böyle aval aval etrafa bakınırken şık bir hanım yanınıza gelip 1,5 euro rica edecek. Sonrasındaysa işler daha da ilginçleşecek. Bayanlar tuvaleti kısmında vızır vızır dolaşan adamlar göreceksiniz. Şaşıracaksınız tabii doğal olarak, sonra anlayacaksınız ki kendileri tuvaleti temizlemekten sorumlu. Ancak öyle basit bir iş değil yaptıkları (!), biri tuvaletten çıkar çıkmaz arkasından giriyorlar, 10 saniyede temizleyip geri çıkıyor ve sıradaki kişiyi tuvalete yönlendiriyorlar. Tabii böylelikle hem sırada bekleme kat sayınız artmış, hem de Paris'deki toplam su kullanımı 2'ye katlanmış oluyor. Yine benimle birlikte sırada bekleyen Türk bir aile sayesinde ('nasıl bir tuvalet burası yahu Haşmet, tuvalet di mi?' cümleleri eşliğinde), en azından bu duruma şaşıranın sadece ben olmadığımı anlıyorum. 



 
Paris de ilgimi çeken bir diğer nokta 'ulaşım'. Bir yerden bir yere gitmek için metro ya da otobüs kullanmak oldukça olağan. Ya da artık pek çok şehirde uygulanan bisiklet kiralama veya taksi bisiklete binmek de oldukça moda. Ancak türlü türlü taksiyi herhalde ancak Paris'de bulabilirdim.

Taksi bisikletlerden bahsettim.
 
Bunlara ek olarak 3 tekerlekli triportörler de var.

 
Ayrıca Notre Dame çevresinden başlayıp size tur attıran üzeri açık Vosvoslar da cabası.
Eğer hiçbirinden memnun kalmazsanız yaklaşık olarak 20dakikası 89euro'ya bir adet Ferrari de kiralayabilirsiniz. Böylece 'Paris'e de gittim, Ferrari'ye de bindim' diyebilirsiniz. :)


 
Bir sonraki durağım Eiffel Kulesi idi. Daha doğrusu Eiffel'in çevresi diyelim. Ben görmeyeli kuledeki asansör sistemi biraz değişmişti. Daha önce kulenin bacaklarından yukarı doğru çıkan asansörler, direkt kulenin ortasına monte edilmişti. Açıkçası (tabii ki teknik gereklilikleri bilemem) bir önceki hali estetik olarak daha şık duruyordu.


 
Paris'de görmek istediğim bir diğer nokta ise Özgürlük Heykeli idi. Eiffel ve Özgürlük Heykeli'ni aynı karede birleştirmek istiyordum. Nitekim istediğimi gerçekleştirdim.

 
En başta "Sahte mi bu heykel?", "Nereden çıkmış Paris'de bir Özgürlük Heykeli dikme fikri", diye düşünülebilir. Sanırım olayları biraz netleştirmek gerek.

Çoğumuz Amerika'da bulunan Özgürlük Heykeli'nin aslında Osmanlı tarafından sipariş verildiğini bilmez. 1860'lı yıllarda Mısır Hidiv'i Said Paşa tarafından Fransız heykeltıraş Frederic Auguste Bartholdi'ye ısmarlanmış ve o zamanki Osmanlı Padişahı Abdülaziz de heykelin masrafını ödemiş. Amaç, o dönemde imzalanan Süveyş Kanalı inşası için  Kızıldeniz ve Akdeniz'in birleştiği noktaya bu heykelin dikilmesiymiş. Heykel, firavunların giysilerine bürünmüş ve elinde "Asya'nın ışığının Mısır'dan geldiğini" simgeleyen bir meşale tutan bir kadın şeklinde tasarlanmış, ancak Hidiv İsmail Paşa, yerel halk arasında huzursuzluk çıkabileceği gerekçesiyle heykelin inşasını istememiş. Böylelikle heykel Paris'de bir depoya kaldırılmış ve 20 yıl beklemiş. Sonrasında da dönemin Fransa - ABD arasındaki iyi ilişkilerine ve ABD'nin kuruluşunun 100. yılını kutlayacak olmasına hitaben, üzerinde bir takım değişiklikler yapılarak, 1886 yılında New York'a gönderilmiş. Küçük boyutlardaki bir kopyası ise Paris'e dikilmiş. Ayrıca Osaka, Pekin, Bordeau, Priştine gibi başka şehirlerde de heykelin birer kopyası bulunmaktaymış.

 
Yine de yukarıdaki fotoğrafa baktığımız zaman, sağda bulunan göktelenimsi binalar sayesinde, "Paris'de bir Manhattan" gibi duruyor bu mahalle.

Özgürlük Heykeli ve Eiffel Kulesi'ni aynı kadraja sıkıştırmak için üzerinde durduğum köprü ise diğer pek çok Paris köprüsü gibi şiirlere konu olan Mirabeau Köprüsü.

 
Le Pont Mirabeau aslında Fransız şair Guillaume Apollinaire'e ait. Türkçe'ye de pek çok çevirisi yapılmış, ben de sizinle Cemal Süreya çevirisini paylaşacağım. Ancak aynı şiirin Necati Cumalı, Tahsin Saraç ve Ahmet Necdet çevirileri de var.

Seine akıyor Mirabeau Köprüsü’nün altından
                                                             Ve şu bizim aşkımız
                                         Olur mu durasın şimdi anımsamadan
Sevincin geldiğini ancak acının ardından

                                         Çalsana saat insene ey gece
                                         Günler geçiyor bense hep aynı yerde

Yüz yüze duralım böyle elin elimde kalsın
                                                             Ve aksın dursun
                                         Sonsuz bakışlar dalgalar yorgun argın
Köprüsü altından kollarımızın

                                         Çalsana saat insene ey gece
                                         Günler geçiyor bense hep aynı yerde

Aşklar akıp gidiyor şu akarsu gibi
                                                             Akıp gidiyor aşklar
                                         Hayat öyle durgun öyle yavaş ki
Ve umut nasıl zorlu nasıl depdeli

                                         Çalsana saat insene ey gece
                                         Günler geçiyor bense hep aynı yerde

Günler geçiyor günler haftalar yaman
                                                             Ve dönmüyor geri
                                         Ne çıkıp giden aşklar ne geçen zaman
Seine akıyor Mirabeau Köprüsü’nün altından

                                         Çalsana saat insene ey gece
                                         Günler geçiyor bense hep aynı yerde


Kısa bir şiir molasının ardından tekrar Paris'e dönüyorum. 

Paris'de ziyaret ettiğim bir diğer durak Les Invalides idi. Les Invalides için içerisinde Napoleon'un da mezarı olmak üzere pek çok küçük yapı burundan bir askeri müze diyebiliriz. Her zamanki gibi indirime tabii olmadığım için tam giriş parası olan 9euro'yu ödeyerek çevrede dolaşmaya başladım. İlk durağım Napoleon'un mezarı idi. İki kat ve büyük bir kubbe ile desteklenen yapı oldukça ihtişamlıydı. Ayrıca alt kata inen mezar kapısı da Mısır'daki firavun mezarlarına taş çıkartacak biçimde süslenmişti.




 
İkinci durağım I. ve II. Dünya Savaşı kısmı idi. Atılan gazlardan bebekleri korumak için geliştirilen bir maske: 
 
Özellikle Afrika'daki sömürge hareketleri sırasında rütbeli kişilerin kendilerini taşıttırmak için kullandıkları koltuklardan biri:
 
Orduyu desteklemek veya orduya katılmak için halka çağrıda bulunan afişlere örnekler:

 
Uçaklara takılan silah düzeneklerinden biri:

 
Sonrasında savaş silahları kısmına geçtim. 

 
Türk yapımı kalkan:
 
Osmanlı işi silah ve zırh (zaten zırha bakar bakmaz Osmanlı işi olduğunu anlıyoruz çünkü zırh bile göbekli :D )

 
Ve son olarak bir kaç fotoğraf daha paylaşıp bu yazımı da noktalıyorum.

  1. Kadıköy'deki gibi Paris'de de bir balon bulunuyormuş. 
  2. Hemen her köprünün üzeri, aşklarını köprülere bağlayan insanlarla dolu. Aslında çaput dediğimiz olayın, biraz daha demirleşmiş hali. Mendil, kurdele veya eşarptan, asma kilide geçilmiş.
  3. Ara sokaklarda dolaşırken rastladığım bir başka kilise.
  4. Seine üzerinde konuşlanmış, restoran veya bar olarak kullanılan gemilerden iki tanesi.
  5. François Mitterrand kütüphanesi. 4 Katlı ve kare şeklinde inşa edilen kütüphanenin orta avlusunda küçük çaplı bir orman bulunuyor, ancak giriş yasak.
  6. Dünyanın çeşitli yerlerinden toplanan rögar kapakları ile oluşturulan heykellerden biri.
  7. İstanbul ve New York gibi başka şehirlerde de bulunan Dikili taş. Ne yazık ki bizim dikili taşın üzerinde bulunan altın kaplama Haçlı Seferleri sonrasında ortadan kaybolmuştur.
  8. Eiffel ve trenler...
  9. Simone de Beauvoir köprüsü
  10. Ve son olarak Joe Dassin'den Aux Champs Elysée eşliğinde Champs Elysée ve Zafer Takı'nı sizlere armağan ediyorum :)


1
2

3
4

4
5

6

7
8

9

10


0 yorum:

Yorum Gönder